Ali birdenbire zayıflamak, birdenbire saçlarını ağarmış görmek, birdenbire belinde müthiş bir ağrı ile iki kat oluvermek, hemen yüz yaşına girmiş kadar ihtiyarlamak istiyordu.
Sonra ölüye bir daha baktı. Hiç de korkunç değildi.
Bilakis çehre eskisi kadar müşfik, eskisi kadar mülayimdi.
Ölünün yarı kapalı gözlerini metin bir elle kapadı. Sokağa fırladı, Komşu ihtiyar hanıma haber verdi. Komşular koşa koşa eve geldiler. O fabrikaya yollandı. Yolda kayıkla giderken, ölüme alışmış gibi idi.
Yan yana, kucak kucağa, aynı yorganın içinde yatmışlardı.
Ölüm munis, anasına girdiği gibi onun bütün hassasiyetini, şefkatini, yumuşaklığını almıştı. Yalnız biraz soğuktu. Ölüm bildigimiz kadar korkunç bir şey değildi. Yalnız biraz soğuktu o kadar...
Ali, günlerce evin boş odalarında gezindi. Gece ışık yakmadan oturdu. Geceyi dinledi. Anasını düşündü. Fakat ağlayamadı.
Bir sabah yemek odasında karşı karşıya geldiler, O, yemek masasının muşambası üzerinde sakin ve parlaktı. Güneş sarı pirinç maddenin üzerinde donakalmıştı. Onu kulplarından tutarak, gözlerinin göremeyeceği bir yere koydu. Kendisi bir sandalyeye çöktü. Bol bol, sessiz bir yağmur gibi ağladı. Ve o evde o, bir daha kaynamadı.
Bundan sonra Ali'nin hayatına bir salep güğümü girer. Kış Haliç etrafında İstanbul'dakinden daha sert, daha sisli olur. Bozuk kaldırımların üzerinde buz tutmuş çamur parçalarını kırarak erkenden işe gidenler; mektep hocaları, celepler ve kasaplar fabrikanın önünde bir müddet dinlenirler, kocaman
bir duvara sırtlarını vererek üstüne zencefil ve tarçın serpilmiş salep içerlerdi.
Yün eldivenlerin içinde saklı kıymettar elleri salep fincanıni kucaklayan burunları nezleli, kafaları grevli, istıraplı pirinç bir semaver gibi tüten sarışın ameleler, mektep hocaları, celepler, kasaplar ve bazan fakir mektep talebeleri kocaman fabrika düvarina sirtlarıni verirler; üstüne rüyalarının mabadi serpilmiş salepten yudum yudum içerlerdi.
Varlık, (37), 15 Ocek 1935